Thursday, January 12, 2006

Sürgüne Gönderilmiş Çığlıklar

Yeter!
Dişlerimin birbirine acımqsızca teması ve o yıkıcı sesi..
Kirpiklerimin gözyaşları içinde boğulup oraya buraya çarpmasından bıkmaya mahkum oldum.
Suçum:
Herkesi oturtmuştum birer kefeye tüm çıplaklıklarıyla
Ya da onlar fark etmeden eleverdiler zayıflıklarını
Kirlerini kirime bulamaya çalıştıkları anda
Zayıflıklar kirlerinin ağırlığında çirkinleşince kefeyi yerinden oynatacak iyiliğe yer kalmadı.
Suçluyum: kefelere vaadlerde bulunmaktan ; iyilikle kucaklaşacakları günün geleceği umdunu aşılamaktan
Kefeler
Ben
Dünyadaki yalnızlığım
Ne acınılası ne şahlanası…
Ne de değersiz yakınmaların klasik sözcük anlatımları
Sadece sonsuza dek uyunası;
Uyunmalı …

Bırakın da
Gözlerimde kalmasın sahtenin yansıması..

Monday, November 14, 2005

Dünya Sapkınları


Gözüne mi girdi
Tüm dünya sapkınları?

Yakan, yıkan,
Külün dönüşümsüzlüğünü okşayan
Bir umuda bel bağlayanı kalbinden bıçaklayan
Bozuk kilitleri yanlış kapılara takan
Karanlığı karartan
Seni sana satan
Köklerini topraktan koparan
Kendini bulamayan
Özlerini ayıran
Ve kaçan...












Yanılgı mı görünenler?
Yoksa içimden çıkan sapkınlar mı
Görüneni görmeyenler?

Monday, October 24, 2005

"Şimdi Fransa'da Olmak Vardı..."

"Kendini çok akıllı sanırdın ya; hani pişmanlığı bilmem ben derdin, her adımım yerin sağlamlılığını iyice kontrol ediyor derdin. Şimdiyse arkana bile bakmadan kaçmak istemenin verdiği bir ürperti ve şaşkınlık içindesin. Anladın ki; bir adım daha sonrası seni boşluğa satabilir kolayca."

Hadi biraz ağla, içinde bulunduğun bu kabus seni sonsuza kadar sarabilir.
Kendini teslim ederken biraz daha kapsamlı düşünmeliydin belki de, tabi o sıralar bunun adı "kabus" değil "deneyim" di senin için. deneyimlerin de farklı versiyonları olduğunu bile bile, en acılısını dahi saygıyla eğilerek karşıladıysan da o zamanlar "deneyim"i negatif içerikli görmeye yatkın değildin. Her ne kadar hala eksileri umursamasan da, artık biliyorsun deneyim sandıklarının adı gerçekte "kabus"!

Mona Lisa'nın gülüşü üstüne söylenenler; var olan gizemi, bütünleyiciliği, dengesi, androjenliği, belki de aslında var olmayan ama insanların çok derinden incelemeleriyle kişisel gözlemlerinin yorumlara yamanması sonucu oluşan Mona Lisa gülüşünün yansıttıklarını hep sevmişimdir. Ama Mona Lisa'nın gülüşünü bir türlü sevememişimdir. Ama yine de Louvre müzesinde ellerimi arkamda kenetleyip, ayaklarım ağrıyana kadar suratımda ince bir tebessümle bu tabloyu izlemek isterdim; Leonardo'nun kafasındakilerle bu zamana kadar süre gelen iddiaların paralelliği üzerine amaçsızca varsayımlarda bulunmak, her detaya kendimce bir yorum getirmek, tablodaki insan gerçekten bir zamanlar yaşamışsa; o an neler hissetti acaba diye düşünmek yerine acaba o günden sonra bir şeyler değişti mi diye sorup kendime ardından Mona Lisa nın akşam yemeğini hazırlarkenki surat ifadesi üzerine kurulu saçma sapan imgeler yaratmak isterdim beynimde. O anı solumak isterdim belki de; biraz renklerde, biraz Mona Lisa nın boynu açık giysisinde, biraz da bakışlarındaki o zamanın dünyasının yansımasında belki de. Sonra da arkamı dönüp Louvre un 2. planda kalmış diğer mahkumlarına selam vermek, daha başka hikayeler kurgulamak isterdim onlar için. Louvre dan çıkış vakti gelince Paris te ilk defa bulunmanın tadını çıkartırdım herhalde. Ne ayaklarım, ne de düşüncelerim Eifel e yönelirdi sanırım; ama yine de gözlerimin bir ara yükseklere takılacağından da eminim. Havanın birazdan bozması umuduyla bulutlardan ıslak dar Paris sokakları dilerdim. Beynimde çok önceleri yaratılmış Syonder Sokağı nı, gördüğüm ilk tren istasyonuna yakın sokakla bağdaştırmam için elimde binlerce sebep olurdu gidip gitmeme tereddütünü gözlerinde gördüğüm bayana selamımdan sonra. Gökyüzünde yıldızlar seçilmeye başlayınca "Aman Tanrım, kayboldum sanırım" telaşını bir anlık hissedip, "hiç bilmediğin bir yerde kaybolamazsın vaveyla" diye içimden geçirip kendime gülerdim. Midemden gelen seslere biraz kulak verip Fransa nın havasına uyup uymadığını pek de kestiremediğim çantamdan çıkan Türk paralarının burda işe yaramayacağına üzülmeden en güzel çöreklerin görüldüğü dükkana girip özgürlüğün mutlu gülücüklerini tezgah arkasındaki iş çıkışını Julien le buluşmak için sabırsızlıkla bekleyen kahverengilere bürünmüş Lilian a gönderirdim tabi ardından gelecek çikolatalı çöreğin umuduyla. Ve şimdi Fransa sokaklarına tekrar teslim ederken kendimi, Amelie yi de anmak için bir parça Les Jours Tristes i dinlemek, sonra yüz kaslarımı iyice hissettirecek tasasız bir çocuk gülüşüyle Amelie gibi taş sektirmek isterdim geceyi çalan saatlerde.

"Bu bir rüya mı?" diye 7355. kez kullandığım söz kalıbını bir daha kullanmadan rüyanın büyüsüne gerçekçilik katmanın yersiz olacağını düşünüp, bu çiçeklerle
çevrelenmiş sevimli yerin krem rengi taşlarına ismimi yazıyorum şimdi. Ardından fotoğrafını çekiyorum bu yerin 5-6 kez elimde "burdaydım" kanıtı olsun diye belki de, sokak lambalarının aydınlattığı kaldırımları çiziyorum sol elim ıslak taşlara dayalı. Sonra İstanbuldaki Fransız Sokağının ne eksiği var diye düşünüp, ayrılıyorum düşümden. Kaçıştan kaçıyorum işte sonunda istemeden; ama en doygun noktasında bitiyor yolculuk sanırım. Daha gerçeğe ve bana yakın dar Fransız sokaklarının düşüncesi "Şimdi İstanbul'da olmak vardı..." dedirtiyor ve yeni boş sayfalar hücum ediyor beynime yine ama bunu daha sonraya saklamak lazım.

"Kaçış" yerine elveda katıp gidişime; bu kentten "ayrılış" demeyi yeğleyerek, "Şimdi İstanbul'da olmak vardı..." ya gerek kalmadan Fransız mimarisini İstanbul a taşıyan sokaklarda merdivenlere dayanmış resmederek devam ederim belki hayallerin daha da canlılarına, "Keşke" ye kral tahtını vermeden...

Hadi biraz gül, kabuslardan kaçış yolunu buldun nasıl olsa.

Monday, October 10, 2005

Sistem Üzerine Karmaşa


Her kuşağa bir öncekinden miras kalan bir oyun bu

Sistem üzerine kurulu yaşam modeli.

Üstüne eklediklerimiz bile

(kendimizden bir parça sayarken onları/sözde üretim)

Mirasın doğurduğu hazır araçlar!

Üretmek bu değil,

Bu sadece yürütmek

Eski döngüleri yeniden ve yeniden...

Monday, August 15, 2005

yaşama bir elde siz uzatın ve burayı tıklayın

Şöhretine aldandı dünyalılar ve sana korsanını sattılar


Yön duygularımın birer birer çürütüldüğü sonsuzluğun karanlığında
Patlak vermiş ışığına kör gözlerim…
Büyüklüğü bilinmeyen kalbim bir rehine
Hacmi daha küçük bir mahpushanede
Ek adı da tımarhane.
Tımar edilmeye hazır benliğime iliştirilmiş şizofreni…
Ardından terkedilmiş bedenim azotlu günlerin olağan acımasızlığına.
Boş kaldırımların en zayıf yerinde
Duvarların arasına çekilip
Taşlaşmak hayalimin imkânsızlık vaveylaları
Kamçı etkileriyle ödetiyor anlık kurtuluş düşümün bedelini.
Ve adına insan dediğimiz çıkar manyakları
Bana bakıp duvarı görerek oynatıyorlar sahnede düşümün gerçeğini.
Figüranlığın ifadesizliğine boğulmuş kimliğim
İrkiliyor bir nefesin zincirlerini kırmasıyla
Ve uyanıyor bir ressamın gözlerinde parlayan bedenim…
Zor değil saatlerce kıpırdamadan durgunluğu tekrarlamak
Bir ressamın sanatına malzeme olarak
Hele de ölüme yaklaşan tik-takları sayarak…
Sonun her türlü haline bir an önce sarılmak arzusuyla
Yık(a)sam da ruhumu her gündoğumu
Ölümün en onurlusunun tabutunda çürümek ve çürütmek geçmişi
En huzurlu elveda olurdu.
Ne bir tinercinin bıçağında,
Ne çaresiz bir hastalığın hücrelerimi yıkışında,
Ne farlarını kırmızıya boyayan kanımla tek yönlülüğü ihlal eden bir arabada,
Ne de açlığın çevremi yavaş yavaş karartmasında
Saklanabilir ölümün en onurlusu.
En unutulmuşluğa kapı aralayan yok oluşlar işte size sunduklarım
En sıradan kaçışlardır bunlar sıradışı anilikleriyle sizi yakalayan…
Ve tuvaldeki müebbet hapsimin adı konuluyor karşımda şimdi
Ardından bana dikiyor gözlerini düzlemsel esaretim
Görüyorum ki anlamsız ifadesizliğimi yırtmış ek bir gözyaşı ve işte haykırışları:
“Ağlamadığına ağla da kırılsın döngünün tutarlılığı.
Haykır her dakika maral okuyan şu dünyaya hatalarını
Sınanmamış yamalarını atıversin üzerinden bir an önce
İpekböceği işçiliğiyle ördürdü duygusuzluğu üstüne, biliyorsun…
O dünya ki; kendini akıntısına en masum şekilde bıraktığın dünyan oluverdi
Sardıkça sardı seni gulyabaniler, süründükçe sen hissizliği
Tüm kirlilikleriyle soludukların seni yavaş yavaş boğuverdi.
Hadi…Ağlayamadığına ağla da kırılsın döngünün tutarlılığı.”
Ölüm!
Nasıl bir ölümdür ki bu;
Bir çocuğun gözlerinde bir melek gibi ışıldayabilir,
Sözlerinde tüm saflığı üzerine geçirebilir?
Ve nasıl bir dünyadır ki bu;
Bir çocuğun kalbinde şeytancıkları oynatıp,
Onu duyumsuzluğa hapsedebilir?
Şimdi çocukluğumun ölüm şarkıları bir bir hayat buluyor yine içimde
Hatırlıyorum da hep içten bakışlarla yalvarırdım tek dost bildiğim ölüme
Beni de yanına alsın diye
Şarkılardaki yakarışım canlanıyor yıllar sonra:
“Desinler:
Kalbi öldürdü onu
Büyüdü, büyüdü içindeSığmaz oldu.”
Her “elveda” yakınlığında uzaktı ölüm bana
Ama her “elveda” da bu dünyaya, ölümün “Zamanı değil…”i vardı.
Ve ölümün ertelemeleri, buranın işini çokça kolaylaştırdı.
İşte ölümün en onurlusu!
Bir çocuğun hatıralarındaki ölümün saflığı…
Bir aldanmışın “ölüm, beyne sıkılan bir kurşunun yadigârı” sanrısı…
Şimdiki ben’in her şeyi geride bırakması…
Size benden kalanlar bir beden yansıması ressamın fırçasından
Bir de bu:
Hani bir dilekçe kıvamında olmasını arzuladığınız
Ama ne de olsa dilekçelik kadar zaman ayırdığınız
Başından sonuna dalavere dolu
Sizce amacın sadece lafı dolandırmak olduğu
“Atacaksan kendini Galata’nın en denenmiş kısmından
Ne bu acındırmalar hayatı Kaldırımda bıraktığın bir resim ve uzun bir “elveda” mektubuyla”
Diyenleriniz de olmuştur elbet baştan ve sonlardan birer cümleyle
Ama ne Galata bana yakın ne de en denenmiş kısımlarına şahit oldum
Ne “elveda” diyorum ne de kınıyorum seçmece cümlelerinizi
Belki de yazmış olmak için yazıyorum
Kelimelerim hissizliğin duvarından arta kalan sakatlıkta ve düzensizlikte belki de
Belki kimsenin kalbini burkamayacak baştan sondan sözlerim
Ama umurumda mı ki eski günlerim,
Bir kâğıda sıkışıp kalmış naçizane toplama sözcüklerim…
“Sürgün oldum hayatta
Yoksunlukla bitirdim hisleri
İçtim son buruk yılı
Ve gelmek için zıtlığa
Bavulları topladım
Sözcükleri kırdım boğazımda
Parçaları toplayamadım.”
İşte son kalanlar bu uzunlukta fark edilmeyen parçalar
Benden geriye kalanlar…
İşte ölümün en onurlusu!
Bir resim ve sırf üstümden ağırlığı kalksın da sayfalara dökülsün diye yazılmış çöpteki yeri önceden satın alınmış uzun uzadıya bir mektup…
Zahmet etmeyin okumaya,
Zaten eminim çoğunuz bu kısma zahmetsiz gelmiştir.
Şimdi acıyan bakışlarınızı ve “vah vah”larınızı kendinize saklayın
Yersiz olur bakışlarınıza sahteliği kondurmak,
Şöhretine aldanarak…
Çünkü sandınız ki bu intihar öncesi sıradan bir “ölüm” mektubu
Ama bu ölüm sizin bildiklerinizden değil…
26-06-2005, 22:02

Sunday, July 24, 2005

"çitile güzelce" çok eskide kaldı, artık çamaşır makineleri var

23 gün sonra içimde derin bir çamaşır yıkama isteği ile yurdun minicik danışman odasına yöneldim; ancak dışarıdan gelen ayaklarım saatin gece yarısı 00:03 olduğundan bihaberdi. 1 saat 3 dakika gecikmeyle ellerim çamaşır sırası alma dosyasına uzandı ve dehşetle irkildi tüm hazır ikilemlerim. ertesi gün 04:00-06:00 arasında görev bilinciyle kirlileri bekleyen "2. çamaşır makinesi" yazan alanın yanında sonradan boşalmış adımı yazmama her açıdan uygun bir yer vardı. sabahın köründe çamaşır yıkama saati koymak da neyin nesiydi, insanlar fantezi olsun diye gün boyu bekledikleri uykularından uyanıp milyonalarca kez kirli çamaşırlarla temas ettikten sonra dokunulmuş ve de muhtemelen silinmemiş ayar düğmeleriyle haşır neşir olmaktan zevk almıyordur umarım. işte çaresizlik anlarında benim gibi "acaba sıra almasam da daha sonra mı yıkasam" gibi kandırmacaları çabuk önleyip "vaveyla, biliyorsun sen yarın yıkamazsan bunları çok büyük ihtimal 1 hafta daha yıkamaz ve çamaşırları başkalarına verip yıkatmaya çalışırsın" diye düşünenlerin, biraz derli toplu olmanın da en azından temiz olmanın hiç fena olmayacağına inananların başvuracağı gece çamaşır yıkama fantezisine dalip gitmeleri kaçınılmazdır.
02:00* saat, sabahın ışıklarına perdemizi aralamadan önce isterseniz bir fincan çay koyalım harareti alsın diye.
....
neyse siz koyun, benim için çay koymak 3 kat aşağı plastik bardakla inip,sonra boş su şişesiyle karşılaşıp, ne bahtsızım yargısına varmaya ve çay koyamamaya eş değer gibi.
çayı es geçtik, yine beni kovalayanlarla dolu rüyalarım beni bekliyor.
10:00* saat, yine bir intro doldurur edasıyla radyo A 10363.7 e kulak verin demeden lirik manasız sözcük sıkıştırmaları yapmayacağım bu sefer, dokundurma yok anlayacağınız ilgili mevkilere. canımın tek istediği biraz dondurma!!!!!!!
Nietzsche ile beraberim; ölünün düşüncelerinin benimkilerine değmesine izin verilmiyor ve kesiliyor tüm konsantrasyonum odaya doluşan cır cır sesleriyle kulaklarıma işkence eden 5-6 kız sayesinde. uyur pozisyonunda sıcağa ve dişilerin boğuculuğuna meydan okuyarak bir saat geçiriyorum ve çok şükür ki sessizlik geri geldi.
-kızlar, bu kadar boş konuşmayın, gürültü kirliliği sizin yüzünüzden artıyor çünkü. ve erkek arkadaşlarınız ya da erkek arkadaşınız olmasını umduklarınız hakkındaki konuşmalarınız; tekrara alınmış birkaç saçma "ayyy" ve "yaaa" arkasına sıkıştırılmış bu mutlak değeri 0'a yaklaşan fiil-sıfat ve isim kullanımlarınız onun sizi daha çok sevmesini sağlamayacak! ve çok sanşlısınız ki aranızdaki dialogları ya da kendi kendine yöneltilmiş monologları duymuyorlar; duysalar eminim ki kaçacak bir delik ya da sizi yerecek nadide sözcükleri ararlar.-
14:00*, Good Will Hunting izleme vakti.
...
16:00*, her ne kadar doyurucu bir film olsa da çok ince detayları es geçmiş ve bunları es geçmediğini sanan bir film. yine de bana çok şey anlattı, dounması gereken yerlere dokundu.
17:00*, okunmayan maillerimde 268 den 269 a çıkış gözüküyor. bulk'ları hiç söylemiyorum çünkü takip edilecek halleri kalmamış. anımsayamadığım bir isimden bir mail. içinde önceden yazılmış 2 mail. 1.si onun 2.si benim cümlelerim. 7 ay öncesinin tekrarlanması ek bir nokta bile yok. ama üstüne söylenecek çok şey var ...
18:00* saat, arkadaşları görmeden geçecek bir gün gibi... o zaman tek başıma oturup bir sezar salata yemeyi mi denesem yoksa minik çocuk ruhlarının esansına bulanmış dondurma denizinde mi yüzsem... tamam, geldim mekana; seçenekler arası 32 adım. DONDURMAAAA... Algidanın şu süpriz hediyeli kampanyasına bitiyorum ve Algida yı yine zengin ediyorum.
yine bakışlar üzerimde, "aman aman da ne kadar güzelim" deki güzellik sonucu değil bu bakışlar. sadece ten renginin ve ona ilaveten ortaya konulmuş siyah-beyaz zıtlığının üstümde kurgulanmasının sonucu. "Ne kadar da beyaz ama...." bu sefer bu kadarını yakalayabildim. " ama" da sonra ne söylemiştir garson beyimiz hiçbir fikrim yok.
19:00*, iki cornet de midemdeki yerlerini birkaç dakikayla aldılar; ama artık yememeye karar verdim dondurma vari paket içinde satılan ürünleri...
Elveda Cornet, elveda E322 liler, Elveda gençliğim ve çocuk ruhlarım...
20:00*, aynadaki göz temasımız günün yarısına ulaşmak üzere kendimle.
hey hey, ben de bir dişiyim. bazı özelliklerin bende de olması gayet normal yani. zaten laptopun dibindeki aynam bana bakmaktan kendini alamıyor ben de bakışlarına karşılık veriyorum, ne var bunda? :)
21:00*, catch me if you can ve as good as it gets i yükledim az önce. hangisini izlesem diye fazla düşünmeme gerek kalmadı; catch me if you can zaten tam yüklenmemiş.
23:00*, hani ben bir şey yemeyecektim... yarım ruffles paketi bana bakıyor... aman tanrım, mideme işkence etmekten ne zaman vazgeçeceğim (not: elveda paket ürünleri an itibariyle karara bağlanmıştır, yani saat 23:00* de daha doğmamıştı... "hani..." diye başlayan düşünceler geçmesin aklınızdan diey söylüyorum.
hmm, bi de film izlemiştim di mi ben? sallayın filmi, pek beğenmedim ama suratımda filmin son 10 dakikasında beliren ama filmle değil de bana anımsattıkları ile alakalı olduğunu düşündüğüm şapşal bir tebessüm hatrına yine de izlemeye değmez diyorum.
00:00*, bir arkadaş yine inkar ettiği beyazlığıma pudra içerikli iğnelemelerde bulunuyor. sanıyorum benim de onun kahverengi üstünde nihilist yazan tişörtüyle dalga geçmem de hiçbir sakınca yok!
bir başka arkadaşın "ben ilgi istiyorum" çığşıklarının msn duvarlarında yankılanması... biraz daha empati kurmaya ve büyümeye ihtiyacı var.
01:00*, zone.com un tavlasında bir acemi sıfatıyla uzmanları yenmenin hazzı bambaşka oluyor. hahaha
nietzsche beni bekliyor!
3 sayfa gece rekoru...
02:00*, kirlilerin ölümüne 2, temzilerin şahlanmasına 4, ıslaklığın sona ermesine 5 buçuk saat kaldı. ve kirlileri toplama işkencesine 2 dk kaldı.
önce dolap: karmakarışık... kirli temiz ne varsa koydum poşete...
sonra yatak üstü: işte cehennemi bir kaos. 2 adet çanta, 1 adet kitap, birkaç kot ve bluz, birkaç poşet, uzun siyah etnik eteklerim, 1 adet saç kurutma makinesi, 1 adet yüz havlusu, kemer, kitap, cüzdan, ve de bir boş soda şişesi arasında kirlileri seçmek uzun iş ama napalım elimiz mahkum! -bana bu noktada sakın düzenden bahsetmeye başlayıp, kınamalarınızı göndermeyin çünkü bu benim düzenim.-
büyük bir poşet dolusu yıkanmaya hazır kirliler... hadi hayırlısı bakalım. ben biraz kestireyim.
04:00*, iyi ki bu gece oda boş diye geçiriyorum aklımdan, rahatsız etmek istemem çünkü kapıyı açıp kaparken biricik oda arkadaşlarımı. sessizliğe uymuş ben de sessizce ilerliyorum danışmaya çamaşır odasının anahtarını almak için. danışmadaki bayan yarı uykulu ama tetikte yatıyordu. ben yine aynı sessizlik içinde yerini tam bilmediğim çamaşır odasına doğru ilerledim. soğuk merdivenlerden çıktım, uzun geniş bir koridorda ilerledim. kapısı zincirli bir odanın dışarı saçtığı ürkünç gizem burası çamaşır odası diye bas bas bağıran duvardaki tabelayla unutuluyor. kapıyı açmak için birkaç kez tekmelemek zorunda kaldım, tam acemi bir korku filmi senaryosunun benzeri üretkenliğinde kullanılan ışıksız odalar gibi ışıksızdı çamaşır odası. çalışmıyordu ışığı açacak düğme ya da lamba çalışmıyorsa düğmenin suçu ne! herneyse çok geyik oldu bunlar ben yine günümü anlatan günlük misali döktüreyim olanları. önümde 3 çamaşır bir kurutma makinesi. çamaşır makinelerinin hepsi birbirinden farklı, ki ben de talihsizimdir ya en anlaşılmazına ve dandiğine denk geldim. derece ayarının olduğu 270 derece döndüğü kanıtlanmış şeyin etrafında hiçbir derece yazmıyordu. bende kaderin cilvesine bıraktım çamaşırları 90 derecede falan yıkanmamasını umarak aksi taktirde cüzdanımın baya baya boşalacağı kesindir.
anahtarı teslim ettikten sonra odadaya girip artık uyumam herhalde diyerek elim kendimi affederek Ruffles a uzanıyor ve kalmış olan yarısı da oracıkta bitiyor. ardından yatağa uzanmak için yeni bir bahane üretiliyor.
06:00*, merdivenler biraz kayganmış demeden önce kayıyorum merdiven basamaklarından yeri süpüren cadı sila'ya çok yakışacağını düşündüğüm uzun siyah eteğimle (
-hani sen hugo izlemezdin çocukken?
-valla pek izlemezdim ama aklımda kalmış işte napalım!).
sabahın köründe ete de neyin nesi derseniz, danışmadaki kadın kesin diyordur siyah gelinlik altı gibi enteresan birşey zaten, diyeceğim şudur ki her şey çamaşır makinesindeydi :)
herneyse çok uzadı bu çamaşır atma çıkarma olayı ben kestirmeden gitmeye başlayayım. çamaşırları çıkardım, kurutma makinesine attım. sonra odaya giren günün ışıklarıyla farkettim ki o dönen düğme vari şeyin etrafında dereceler yazılıymış aslında ama içeri itik şekilde kalmış/sıkışmış. gördüğüm ilk şey 90 dereceydi yandan. bu çığlık atmak için bi neden olabilir ama hesaplamalarıma göre hayali derece çizgisine denk gelen sayı 40 idi. sonuçta küçülen bir giysi yok sadece bazı renkler iyice solgunlaşmış. karışık atmaya alışmış olmasam bu sorun da olmayacaktı ama alıştık ne de olsa.
odaya girdikten sonra battı balık yan gider misali bir de gofret yedim 2 saat önceki cipslerin üstüne. sonra yine uyku. mışıl mışıl...
bu arada sabahki hafif karanlık hava ve esen serin rüzgar gibisi yoktu...huzur...
07:30*, zafer!..
kurumuş, tertemiz giysilerim 20 küsür gün sonra tekrar benle. aman tanrım bu ne saadet, bu ne dinginlik kuzum...sanki dünyalar benim oldu...
bunun üstüne bir şeftali yenilir, zaten istesem de 2 yiyemem. zar zor seçtiğim kurtlu olmamasını umduğum dolgun 2 şeftaliden sadece 1 i kalmıştı.
ve yine uyku benimle giysileri özenle yerleştirdikten sonra...
11:00*, doğadan form içmek için aşağıdan sıcak su alınır. odaya çıkılıp günün 83. kahvaltısını yapmak için laptopun yanındaki dağınıklık biraz geriye itilir ve yer açılır. bir şeyler daha yenir. yenir.. yenir.. sonunda patlar vaveyla ve bir paket eti form tabutu içine isteğini içeren vasiyetnamesiyle bu diyarlardan göç eder ya sonsuzluğa ya da sona. bu kurgu üstüne E322 lerden uzak durma kararı alır işte.
12:00*, internette biraz zaman öldürdükten sonra şu blog a birşeyler yazayım ben diyerek yazmaya başlanır.
12.21*, dolaptan bir şey alayım derken bir kutu gofret laptopun üstüne düşer ve temizleyene kadar tuşlar üzerindeki kırıntıları vaveyla'nın canı çıkar.
12.35*, dün gece akla gelen absürd düşünceler hatırlanır, iyice mi sıyırıyorum ben kafayı diye düşünülünür.
12:41*, msn de bir arkadaşla sohbet başlar. kalsik ne yapıyorsun sorularını cevap olarak takip eden bişeyler yazıyorum ya da saçmalıyorum un ardından, onun da bişeyler yazdığı öğrenilir.
L: ama java'da
vaveyla: ohh geliştir sen kendini. biz anca blog dilinde birşeyler yazabiliyoruz. o da bariz ana dile tekabül ediyor.
L: oo türkçe yani? sen ingilizce yazmıyor muydun?
vaveyla: ing de yazıyordum ama türkçe yazmaya da başladım. insanın ana dili gibisi yok.
L: öyle valla. java'yla uğraşınca aynı şeyleri C için ben de hissediyorum zaman zaman
(özel hayatın rencidesi durumu söz konusu değildir. L kusura bakma artık. zaten bu blog u bilmediğin için kusura bakman da olanaklı değil)
böyle süregelen bir konuşma sırasında "amanın C" diye çığlık atası gelir insanın. nerdeyse unutacağım C'yi. kendimi geliştirme adına da birşey yapmıyorum millet ise öğrenmedik programlama dili bırakmıyor diye düşünmekten alamıyor insan kendini.
13:00*, L'ye http://www.aptal.blogspot.com u okuması söylenir. millet gülmekten kırılır, ben de kimse şu aptal adam sürekli yazıyor diye geçiririm içimden.
14:21, Nietzsche yi yanlış yazarım msn de, buna Nietzsche'nin çok da üzülmeyeceğini düşünerek insanlık hali der geçerim.
14:40, winamp'ta çalan Ettore Ballotta-Tap 5 i dinlerken Sin City'deki işlenen suçların ve renklerin cazibesi geliyor aklıma.
ardından bu yazmayı yavaş yavaş kessem baya iyi olacak diye düşünüyorum.
15:11, rüzgar esti odaya. serin serin :)


15:27, Eternal Sunshine of the Spotless Mind ın kendisi gibi muhteşem olan soundtrack i Beck-Everybody's Gotta Learn Sometime dinlenerek bu blog a burda son verilir. üstüne para da verseler bi daha yazmam böyle birşey herhalde.

(1. * civarında manasında kullanılmıştır.

2. evinizde çamaşırları benim gibi karışık -beyaz+renkliler- şeklinde atmayı denemeyiniz.) genelde sonu çok hazinli oluyor.

Friday, July 15, 2005

Sabaha uyuyacak deliliğim...

Deliyim hem de en hakikisinden...